Haberci71.com -  Kırıkkale Haberleri
ANASAYFA HABER ARA FOTO GALERİ VİDEOLAR ANKETLER SİTENE EKLE RSS KAYNAĞI İLETİŞİM

Arınmaya yolculuk 22 bölüm

Fazlı GÜVENTÜRK

26 Kasım 2012, 10:20

Fazlı GÜVENTÜRK

Arınmaya yolculuk 22 bölüm

            Dağ gibi ev sahibi

            İnanmayanlar için normal mekandan farksız ama inananlar için yolu, dağı, taşı, toprağı, gülü, kayası ile farklı ve mübarek olduğuna inandığı Müslümanların kutsal topraklarındayız.

            Klimaların soğuk havayı üflediği otel lokantasında bol çeşitli yiyecekler ile iftar yapıp Serv dağına çıkacağız. Hangi yüzle çıkacağız bilmiyorum ama hani Hz. Muhammed (SAV) ‘in doğup büyüdüğü, sokaklarında sevimli bir çocuk olarak oynadığı, gençliğinde güzelliği ile dudaklar uçuklatan, herkesin el emin dediği özü sözü bir bilinen yaşlarında “Allah bir” dediği için işkenceye maruz kaldığı, itilip kakıldığı hicrete zorlandığı Mekke’nin dağı olan Serv dağına.

            Otelin önüne yanaşan otobüse bindik ve kısa sayılacak bir yolculuk ile geldik Serv dağının eteklerine.

            Öyle ihtişamlı duruyor ki Serv belli farklı bir dağ olduğu her halinden. Güzel ay ışığı var. Bildiğimiz dağların korkunçluğunu görmüyoruz. Çok yüksek ve dik ama korkunç kesinlikle değil. Dağ sevilir mi sevdik.

            Araçlardan indiğimizde biraz askerliğin vermiş olduğu heyecan ve görev bilinciyle birazda Bayram hocanın kendisi gelmediğinden bize vermiş olduğu sorumluluk ile topluyoruz ekibi.

            Herkes üzerine beyaz bir şey alsın. Başörtüsü veya bandana veya benzer bir şey diyoruz. Zira dağ dik. Allah korusun bir kayma durumunda karanlıkta daha çabuk ulaşmak için düşünülmüş bir şey. Bizler operasyonda genellikle tam tersini yaparız. Parlayan görülen her şeyden uzak dururuz ama burası bunu gerektiriyor.

            Sonra ekibin gençlerinin bir kısmını öne, bir kısmını arkaya alıyorum. Bayanlar ve yaşlılar arada gidecekler. Kimse hızlı hareket edip gruptan ayrılmayacak ve kimse geride kalmayacak. Yavaş yürüyeceğiz ama durmayacağız. Dik yürümeyeceğiz eğimli yürüyerek hareket edecek. Böylece kaslarımıza baskı olmayacak. Anlattım tüm bunları.

            Hadi bismillah dedik. Daha yüz metre gitmeden benim plan falan kalmadı. Gülsem mi üzülsem mi anlamadım.

            Gençler bastı gitti. Kadınların bir kısmı oturdu dinlenelim diye. Her şey bitti bizim planın. Sorumluluk duygusu ile bir ileri bir geri, biraz yürü biraz dinlen, geriyi toparla, önü yavaşlat derken kendimizi helak ettik. Bu hareketlerimiz ile kimsenin de işine yaramadık. Ne ilerde gidenlere yol gösterdik, ne geride kalana destek olduk. Arada kaldık.

            Yolun üçte ikisi milletin derdi ile dertlenerek geçti. Sonra birden kendime geldim. Kendime haksızlık etiğimi anladım. Ne Kâbe’den duyulan teravih namazında okunan kuranı dinleyebilmiştim, ne Resulullah’ın buralardan geçtiği hazzını alabilmiştim.

            Muhtemelen 40-50 dakikalık yolum kalmıştı. Döndüm ve şöyle bir baktım Mekke şehrine. Işıl ışıldı. Başımı öne eğdim. Utandım. Biraz önce lokantada klimalar altında yediğim iftardan utandım. Ayağımdaki pahalı ayakkabıdan utandım. Sırt çantamdaki sudan utandım. Arkamda Mekke’nin azgınları yoktu, takip etmiyorlardı beni, ayağım kanamamış ellerim parçalanmamıştı. Oysa Resulullah ve yol arkadaşı buralarda neler çekmişti.

            Önüne bükük boynum ile önde Hz. Ebu Bekir ortada Resulullah Efendimiz ve arkada ben olmak üzere hareket ettim. Öyle çıktım. Kimse olmadan başka önümde ardımda. Sadece üçümüz olduğu halde çıkıyorum.

            Acaba ne konuştular, acaba ne hissetliler çıkarken, dinlenemezsin, oturamazsın, kayaya dokunurken düşünmen lazım, iz sürücüler bunarlı takip ediyor zaten. Dikkatli olman lazım. ardından gelenler olacak acele etmen lazım. daha neler neler düşündüm. Çıkarken onların yerine kendimi koymaya çalıştım. Dinlenmeyim devam edeyim dedim ve çıktım.

            İşte zirve. İşte zirvelere yakışan peygamberin kaldığı mağara. İşte zirvelerin insanını konuk eden dağın en tepesi en zirvesindeyim.

            Benden önce çıkanlar var, dinleniyorlar onlar. Adem hoca mağaranın girişini gösterdi. “Çıkış zor” dedi. “Girdiğin yerden çık abi. Çıkış dar, sıkıntılı olabilir.”

            Mağaraya dinlenmeden ve sürünerek giriyorum. Yarabbi. İşte burası. Allah resulünün girdiği yer burası. Konuk olduğu yer burası. Dayandığı kaya burası. Acaba diyorum ne yana yaslandı. Karanlık içerisi. Çıkışında şehrin vurduğu ışıkların pırıltıları var. Ama karanlık. Kalıyorum içeride. Kimsecikler yok.

            Ağla işte burada. Peygambere görülen bu cefaya ağla, nasıl bu kayaları tırmanıp buraya girdiğini düşünde ağla. Resulullah’ın dava arkadaşı, can yoldaşı Hz Ebubekir’in fedakarlığına ağla, yılanın soktuğu ayağının acısına ağla. Tıpkı onun gözlerinden dökülen yaşlar gibi gözyaşların dökülsün.

            Ardından Dünya’ya ağla. İnsanların nasıl birbirini boğazladığını düşün de ağla. Müslümanların dün olduğu gibi bugün çile çektiklerini düşünde öyle ağla. Fedakar insanların bugünde kanını canını ortaya koyarak kendisini nefsini feda ederek islama hizmet ettiklerini düşünde ağla.

            Sonra kendine ağla, çevrene ağla. Neyi nasıl yaşadığını ne kadar yaptığını düşünde ağla. Nasıl günahın pençesinde olduğunu, ne hatalar yaptığını hatırla ve yaptıklarına ağla.

            Ağlıyoruz, hıçkırıkların dışarıdan duyulması, boğaza düğümlenmesine aldırmadan ağlıyoruz. İçin için değil feryat ile ağlıyoruz. Yerin göğün kendisi için yaratıldığını bildiğimiz Allah’ın Habibim dediği aziz varlığın buralarda çektiklerinin biz kaçta kaçını çekiyoruz. Bari ağlayalım, ağlayalım da gözyaşlarımız bize ebedi alemde hesap gününde içimizin yanmasına şahitlik etsin.

  

            Aslında biz biz olsak Müslüman Müslüman olsa bu mağaranın sulu dolu olması lazım gelir. İnsanların gözyaşlarının dağın zirvesindeki bu mağarada göl oluşturması gerekir. Ama nerde öyle inam bizde. İki dakika sonra dalar gideriz dünyanın hallerine.

            Mağaradayım. Karanlıkta bu mağarada. Bizim hoca çıkarken Sevr’de o yılana selam söyleyin, o örümceğe selam iletin, o güvercinin başını okşayın benim için dedi.

Nerde hocam bizde o iman. Bekliyoruz ama ne yılan gelip, buraya geldiniz hoş geldiniz diyor, ne güvercin görünüyor e örümcek var ortada.

            Sen kimsin, kimsin ki beni göreceksin bana selam getireceksin der gibi görünmediler bizlere. Bekledik resulü ömür boyu bekleyen yılanı, Peygamberi korumak için ağını kapıya çelikten zırh yapan örümceği ve bekledik yaban güvercinini bize Allahın resulünü anlatsınlar diye. Boş nafile bekleyişti. Onları duanda anlayanda ancak iman ehlileri olurdu. Biz kimiz ki?

            Çıkıyoruz zor denen yerden mağaradan. Belki biraz zorlanmak için belki Allahın Habib’inin çektiğini anlama için. Çıkıp düz bir kayanın üzerine çıkıyoruz. İki rekat namaz kılıp dua ediyoruz. Yaradana sığınıyoruz, tıpkı görecekler dediğinde Hz Ebubekir’in, Allah resulünün “korkma Allah izimle” dediği gibi Allahın izimle olduğunu bilerek dua ediyoruz.

            Gece karanlık gece sessiz. Bu sessizliği bozan Hafız kardeşimize ricamız, Diyanetten gelen Vanlı Haydar hocamız rica ettiğimiz “fetih suresinin” eşsiz kelimeleri ve mağarada kendini kaybedenlerin belki de tam tersi o mağaranın içinde kendini bulanların feryatları.

            O zirvede Mekke şehrine bakarak o günlere gidiyorsunuz. Nereden geldiler nasıl geldiler nereden ayrıldılar. Hepsi belki net değil ama gözünüzde canlandırmanız ile film şeridi gibi geçiyor önünüzden.

            Yatsı namazını birlikte kıldık. Ardından inişe geçtik. Acele etmeden indik hocalarla en arkadan. Hem arkada kalan olmasın hemde kısa molalarda kuran tilveti yapmak için gruptan ayrı ve dinlenerek indik.

            Sevr imtihandır demişti ya hocamız. Evet, bu imtihan sarstı bizi. İnşallah ömrümüzce faydasını görerek yaşarız bu sarsılmanın.

Yazının devamı bir sonraki gün        

Bu haber 3185 defa okunmuştur.

Delicious  Facebook  FriendFeed  Twitter  Google  StubmleUpon  Digg  Netvibes  Reddit
KIRIKKALEDE TARİH YAZAN ÜÇLÜ10 Ocak 2021

HABER ARA


Gelişmiş Arama

REKLAMLAR



 


RSS Kaynağı | Yazar Girişi | Yazarlık Başvurusu

Altyapı: MyDesign Haber Sistemi